GİRİŞ:

Ticaret savaşları zaman zaman dünya uluslarının gündeminde yer almakla beraber, özellikle 20. Yüzyılda rekabet ortamının doğmasına sebep olmuştur.  

Elbette bu yüzyılın öncesinde de ticaret savaşları olmakta ve güçlü olan devletler diğer zayıf olanın deniz ve kara düzlemindeki yollarına hâkim olmak için savaşa varan unsurları kullanıyorlardı.

Rönesans ve reform hareketlerinin neticesi gelişerek kendi uluslarına sığmayan toplumlar, sonraları sanayi devrimi veya endüstri devrimi diye adlandırdığımız gelişimler neticesi günümüze kadar gelen sosyo-politik gelişimlere ön ayak olmuşlardır.

Burada tabi olarak güç yolları diye tanımlayabileceğim ve özellikle insanlığın gelişimi ile beraber artan emperyal güç olabilme idealinin gelişerek, uluslararası rekabet ve gerginliği üzerine olan konulardan sadece, uluslararası rekabet ve bunun doğal sonucu olan gerginliği ele almaya çalışacağım.

Odaklanırken özellikle “gerginlik” ifadesinden dünya ülkelerinin her türlü gelişim sayesinde birbirlerine olan yakınlaşmaları yani küreselleşmenin neticesi ticaretin yoğun artması ve dolayısı ile bunun yarattığı pazardan en çok payı kapma düsturu ekonomilerin vazgeçilmezi olmuştur.

Geçen yüzyılda iki dünya savaşı geçirilerek günümüz reel politiğine gelinmiştir. İnkâr edilemez olanı ise 1. Dünya Savaşı’nın sanki, “Bereketli Topraklar üzerine oynanan bir satrancın olası tezahürüdür.

Peki, II. Dünya Savaşı’nı nereye ve nasıl oturtmamız gerekir?

İlk dikkat çekmek istediğim 1930’ların hemen başında ortaya çıkan ekonomik buhranla beraber, I. Dünya Savaşı’ndan sonra yüzyılın başında gelişerek hatta ırkçılık boyutuna gelen milliyetçilik akımlarına paralel ülke sınırları etnik bir alt yapıya göre belirlenmedi. Dolayısı ile, etnik sınırların zorlanması ile olan sorunlar, savaşı kaçınılmaz kıldı.
 

DÜNYA, SAVAŞTAN GALİP ÇIKANLARIN OLDU.

Milyonlarca insanın öldüğü bu savaş, dünya düzleminde elbette çok büyük sarsıntılara vesile oldu. Emperyal güçlerin baskısı ile dünya yeniden bir hal almaya başladı. Yönetsel olarak daha evvel idea peşinde koşan güçler bunu açık ve net belirgin hale getirdiler. Açlık ekonomisini kendi hayallerini gerçekleştirecek, bir ceza yöntemine aracı yaptılar. Gözlerinin olduğu coğrafyaları güçsüz bırakabilecek her türlü tedbiri almaktan geri kalmadılar. Öngörülemeyen gelecek ile yanlış kararlar alınarak, tüm örgüt ve ekonomik yapılanmanın merkezine kendilerini bırakanlar aslında, galip devletlere cihanın anahtarını verdiler!

Onlar da işlerine gelen bu durumdan, sonuna kadar yararlanmaya devam ederek, savaşın yıkıcı etkisini bahane gösterip, avuçlarına aldıkları dünyalarında istedikleri her şeye sahip olabiliyorlar.

Bunu sağlarken, dünyada birçok şeyi hizip, hile adaletsizliğinde baskılayarak, ülkelerin birbiri ile ticaretlerinde kullandıkları uluslararası olarak kabul ettirdikleri ortak para birimini de gizli emellerine alet ederek, küresel ekonomilere zarar ve ziyan veren bir fonlama aracı olarak kabul ettirdiler.

Peki, neden Bretton Woods antlaşması ile kabul edilen rezerv para birimi yani ABD Doları ($), Keynes’in de içinde bulunduğu çok sert muhalefete rağmen, gelecekte dünyanın başına bela olacak olması öngörülse de kabul edildi?

Burada teknik birçok konuya elbette girmeden, hemen bu antlaşmayı kısaca “altına dayalı para sistemine geçilmesi, sabit kur sistemi, IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması kararları alınmıştır. Bu durum aslında Amerika Birleşik Devletleri’ nin(ABD) kendi çıkarları doğrultusunda aldırdığı bir karardır. O tarihte ABD 1 ons altını 35 USD’ ye eşitlemiştir. Yani sabit kuru benimsemiştir. Bunun anlamı bana 35 dolar getiren herkese 1 ons altın vereceğim demektir. Başka bir deyişle 1 ons altını elde tutmakla 35 USD’ yi elde tutmanın bir farkı yoktur.” diye hatırlayarak, hafızamızı tazelemekte yarar var kanaatindeyim.

1944 yılında imzalanan bu antlaşma, aslında Amerika Birleşik Devletleri’ nin Vietnam ile olan savaşı neticesi garabet bir hal almışken, petrol krizi ile de arafa çıkarak hüsrana uğramıştır.
 

TİCARET SAVAŞLARI ULUS DEVLETÇİLİĞE DÖNÜŞ MÜ?

Burada önemli olan bir tespit ile yazıya devam etmek gerekirse o da, sistemin çöküşünün gerçekleştiği bu günlerde neden ülkeler arasındaki ticarette hala rezerv para birimi olarak ABD Doları kullanılagelmiştir?

Kanımca öğretilmiş gerçeklik gölgesindeki kimseler, hazır alışılagelmiş sisteme uymaya devam etmişlerdir.

Dikkatle takibe devam edecek olursak, para politikalarının diğer unsurlar ile bir araya gelerek ilgili ülkenin küresel ekonomileri düzenleme etkisine havi olduğunu görebiliriz.

Konuyu ayyuka çıkararak sert hamleler ile, dünya gündemine getiren politikacılar suretinde, işte bu para biriminin yani rezerv edilen para biriminin ticaret savaşları diye adlandırılan bir kaosta, başrolü oynadığı açıktır. Bunun nedeni her şeyden önce ülkelerin artık ulusal düzlemde kendi kendilerine yeter olma pozisyonlarını alarak dünyaya mesaj vermeye başlamalarıdır. Amerikancı yaklaşımlar doğrultusunda iki dünya savaşı ile bir nevi kuvvetlenerek devam eden “yüzyılın efendiliği” konumunu sürdürülebilir kılmak için, ticarette parasını koz olarak kullanmaya başlamıştır.

Anlaşılan o ki, ABD başta olmak üzere, Avrupa Birliği(AB) ve birçok ülke dünya çapında ekonomik duruşundan vazgeçerek, lokale yani kendi kendine yeter haline gelerek, sınırları içinde gerçekleştirebilecekleri bir modele doğru yürümeyi tercih etmekteler. Özellikle 2010 yılından itibaren ulusalcı söylevlerin artmasına müteakip, milliyetçilik akımları yükselerek, temel ekonomik modellerin de gelişmesiyle ticaret savaşlarının tetikçisi olmuşlardır.

Milliyetçi akımlar daha çok ülkelerin daralan ekonomileri neticesi insanların “önceki kuşaklara göre çok daha az müreffeh bir durumda olduklarında” yükselir.   

Ne yazık ki, son yıllarda dünyaya yön veren bu güçlü ülkelerde, ekonomi sıkıntı içindedir.

Böylece devam eden bu ekonomik sıkıntı tabanlı durum, erk sahibi ülkelerin ticaret savaşlarında, hatta dünyanın geri kalanını düşünmeden, sermayenin emperyal olarak önce ABD’de ve sonra diğer güçlü ülkelerin merkez bankalarında birikeceği, bir döneme işaret ediyor.

O halde sıkıntılı bir zaman tünelinde ilerlerken, kimseden kimseye fayda olmayacağı gerçeğinde, tüm ekonomik sorunlarımızdan kurtularak refaha kavuşabilmenin yolunun, yerli ve milli olmaktan geçeceği hususunu bir an önce ciddiyetle ele almamız muhakkaktır.
 

YERLİ VE MİLLİ OLMAK EĞİTİM SİSTEMİNİ EVRENSEL YAPMAKTAN GEÇMEZ Mİ?

Ürettikleri her türlü katma değerli malı dış dünyaya satmak fiilinin aslında, ülkeyi sevmekten bir farkının olmadığını, topluma aşılayarak milliyetçilik ruhunu top yekûn eğitimin anahtarı yapmalıyız. Evrensel olmak ancak nesillerin ülkelerini sevmeleri ve onun için teknolojik ürünler beraberinde bu nesillerin, sadakat ortaya koymaları ile mümkündür. Olmazsa olmazını yazmayı unutmayalım elbet;

Tüm bunları tolere edecek demokratik zemin mutlak olmalıdır.

Son zamanlarda herkesin farkında olduğu ve fakat bir türlü önlemler alarak üstesinden gelemediğimiz, aslında üretim bilincini yaygınlaştırarak hem üreticinin maliyet artışı ile alakalı şikayetlerini azaltmak ki mümkünse yok etmek; hem de tüketicinin satın almada karşısına çıkan fiyat artışlarını stabil hale getirerek mutlu birey ve refah devleti oluşturmak gayesinde hareketi şiar edinmeliyiz. Artık bilmemiz gereken, hatta inovasyon ile de bir yere kadar, çağın gerisinde kalmadan yol alınabileceğini algılara yerleştirmek olmalıdır.. Neticede asıl olan investion yani üretim modelinin ülke bazında yaygınlaşarak artması gerektiğidir. Bu da içeride kendi kendine yeter bir ekonomik potansiyele eriştikten sonra, ithalat dengesini ortaya koyarak, ihracatı global anlamda arttırarak iktisadi kalkınma hedefine ulaşmaktır. Kaldı ki, yurtdışından gelerek ülke menfaatleri dâhilinde üretime odaklı, devlet tarafından verilecek teşvikler ve vergi kolaylıkları sebebi ile yatırım yapan firmalar, güven ve huzur ortamının sağlandığı düzlemlerde coşarak, ihracatımıza dahi büyük katkı sağlarlar.

Yatırımı yaparak, üretimi gerçekleştiren bu firmaların yerli firma ile bir farkı olmadığı gibi, istihdam ettikleri potansiyelin her ne kadar yönetişimi kendilerine ait olsa da, imkânı yaratan devlettir. Tabi olarak devlet, bu yönlü bakıldığında önce kendi yerli ve milli olmalıdır.

Devletin ulus çizgilerinde kalarak, ülkesini ve milletini seven bürokratik ve siyasi otoritenin irade göstermesi gerekir.

Çıkarsama yapacak olursak, halka yani tabana doğru yürüyen bir millileşmenin ayak sesleri duyulmaya başlandı. Hem ülkemiz düzleminde ve hem de küreselden lokale dönen dünya düzleminde.

Dolayısı ile eğer dünyada güçlü ve egemen olmak istiyorsak üreterek, rekabetçi anlayışımızı geliştirmemiz muhakkaktır.

Bu vesile ile hem ülkemiz ve hem de dünyanın birçok yerinde var olan özellikle ekonomik sorunlar, güç dengelerinin el değiştirdiğine delalet etmektedir. İşte tam da bu sebepten, daha çok kendi değerlerimize sarılarak, tıpkı herkesin hatırlayacağı, “Yerli Malı Yurdun Malı” veya benzer sloganlar ile farkındalık projelerini yeniden başlatarak, değişim ve dönüşüm gelişmişliğinde, katma değerli mallar üretmeyi özendirmemiz gerekir. Hammadde ve petrol yoksunu ülkemizde, üretim yaparken, ara mallarına olan ihtiyacımız malum, %70-80 düzeyindedir.

Peki, tüm bu sorunları alt ederek üstesinden gelebilir miyiz?

Elbette yaşanan bu sorunlar neticesinde, küreselleşme boyut değiştirerek, tam tersine ulusallaşma politikaları eşiğinde ülkelerin içe kapanmalarına neden olmuştur. Üretmenin çok önemli olduğu varsayımında, tercihli modeller ortaya atılarak, ülkeler gidişatlarında farklı boyutlara yelken açmışlardır.

O kadar fazla olasılık hesapları yapılmakta iken, soralım o halde;

—Sizce derin olan kuyu mu?  

—Kanaatimce değil, kısa olan ip…

Sonuç olarak; üretimin farkındalığında üreticileri destekleyerek yok olmalarına engel olmalıyız.

Ya yoksa hep beraber kaybedeceğimiz açık seçik ortadadır. Geriye kalan o yelkeni dolduracak rüzgârdır.

Bu da milletimizin asil ve kadim milli değerlerinde saklıdır.  

Saygılarımla.
Selahattin İPEK
Bağımsız Denetçi

[email protected]

Kaynak:

-Vietnam Savaşı – Vikipedi
-Dünya Ticaretinde En Çok Kullanılan Para Birimi Neden Amerikan Doları? - seyler.eksisozluk.com