GİRİŞ

Politika, Yunanca kökenli bir kelimedir. Devlet yönetme sanatı olarak tanımlanır, kökenini polis ‘ten yani şehir devletinden alır. “Siyaset” Arapçası ve Türkçesi tıpkı politika sözcüğü gibi yönetme sanatı anlamına gelir.  Antik çağda insan ve toplum merkezli düşüncenin başlatıcısı Sofistleri ve dönemin etkili filozofu Sokrates’i onun öğrencisi olan, Platonun savunduğu ideal devlet görüşlerini,  Aristoteles’in “politika”  adlı yapıtındaki politik anlayışını bir kenara bırakarak antik çağdan çıkalım. Orta çağ felsefesinde din ve siyaseti başka bir zamana bırakarak, doğa ve insan merkezli siyaset anlayışını savunan yakın tarihin filozofları olan Hobbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau görüşleri bu makalenin konusunu yapılmıştır.


Hobbes   

“Geleneksel ve modern siyasetin kimi duyarlılıklarını kendi düşüncesinde barındırmakla birlikte, ‘toplum sözleşmesi’ kavramıyla modern siyaset anlayışının öncülerinden biridir. Hobbes’a göre insan ‘doğa durumunda doğa yasasına tabidir ve doğada ‘güç hak ’tır. Doğa durumunda gücün özünü ise, maddi, yani fiziksel güç oluşturur. İnsan, doğası gereği bencildir. Her birey kendi ilgilerinin peşindedir. İnsan doğasından kaynaklanan bu bireysel ilgilerin içeriğini, yaşamını güvenli ve konforlu bir şekilde sürdürme isteği oluşturur. Tikel ve bireysel ilgilerin doğa durumunda karşı karşıya gelmesi, herkesin herkesle bir savaşına dönüşür. İnsanların en temel ihtiyaçları olan güvenlik ve konfor adına giriştikleri bu bencilce savaş, isteklerinin karşıtını doğurur. Daha bilindik bir söyleyişle, Hobbes için yalın doğallığı içinde ve toplum sözleşmesi öncesinde, ‘insan insanın kurdudur.’ Doğa durumunda tüm tarafların ve her bireyin yaşamı tehlikeye altındadır. Hobbes’da kötümser ve karamsar bir insan doğası anlayışı söz konusudur. İnsanlar bir şeye ancak bencilliklerinden dolayı uyarlar. İnsanlardan kendi doğalarına aykırı bir şey istemek nafiledir. Hobbes’un tüm etik ve politik anlayışını biçimlendiren temel insani belirlenim bencilliktir. Bencillik üzerinden biçimlenmiş bir ahlak ve siyaset anlayışı söz konusudur. Doğadaki eşitsizliğe dayalı bencil güç savaşını ve onun yarattığı yaşam tehlikesini aşmanın yolu, toplum sözleşmesidir. Bir toplum sözleşmesiyle toplumu oluşturan bireyler, doğal durumda olağan olan öldürme, el koyma ve çalma gibi haklarından vazgeçerler.
 

Locke

Locke için egemen güç ve onun yönetimindeki devlet, toplumu oluşturan hukuki açıdan özgür ve eşit bireylerin, yani yurttaşların onayına sahip olmadığı sürece, gayri meşrudur. Bu keskin ve oldukça belirgin liberal duruş, günümüz liberal demokrasilerinin de ruhunu önemli ölçüde şekillendirmektedir. Liberal siyasetin ve modern felsefenin temel

değerlerinden biri olan bireysel özgürlüğe, hukuki eşitlik ve özel mülkiyet temelinde ekonomik ve siyasal bir gerçeklik alanı sunmayı hedeflediği söylenebilir. Bu, burjuva sınıfının girişimci ruhuyla uyumlu bir siyasettir. İnsan doğa durumunda belli bir özgürlük ve eşitlik içinde kendi kişiliğinin ve mülkiyetinin sahibiyse, neden toplumsal bir sözleşmeye ve siyasal bir örgütlülük olarak devlete ihtiyaç duyar? Locke’un bu soruya yanıtı ikili bir karakter taşır. Bir yandan doğa durumunda mutlak bir bencillik ve savaş durumu söz konusu olmasa bile, bireysel eşitlik ve özgürlüklerin hukuki ve siyasal bir güvenceden mahrum olduklarını düşünmektedir. Örneğin bir mülkiyete iyeliğin hukuki ve siyasal bir güvenceye, toplumsal bir sözleşmeye tabi olması önemlidir. Öte yandan insan ilişkilerinin karmaşıklaşması ve gelişen ticaretle birlikte paranın değişim değeri olarak kullanılmasının da, hukuki ve siyasal düzenlemeleri gerekli kılan nedenlerden biri olduğunu düşünmektedir.
 

Montesquieu

 ‘Yasaların Ruhu’ adlı yapıtında, sınırsız güç ve iktidarın tehlikelerine karşı, siyasal erklerin karşılıklı dengesini temel alan anlayışla karşımıza çıkar. Siyasal iktidarın yetkilerinin ve bu yetkileri dışa vurmak için kullandığı organların, yani erklerin ayrılması ve karşılıklı dengesi, iktidarın gücünün kötüye kullanılmasını denetlemek için gereklidir. Montesquieu devlete özgü üç temel güç ya da erkten söz eder: yasama, yürütme ve yargı. Bu güç ya da erklerin tek elde toplanması ve denetimden uzak kalması, siyasal bir despotizmin ve sonuçta yozlaşmanın zeminini oluşturur. Aslında yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden ayrılması, birbirlerini etkilemeyen paralel bir var oluşa işaret etmez. Tam tersine devletin ve siyasal iktidarın tezahürleri olan bu erklerin, birbirlerini denetlemesi, karşılıklı ve olumlu bir denge içinde var olması gerekir. Siyasal erkin ya da gücün bu ayrışması ve karşılıklı dengesi, insana özgü antropolojik bir olgu olan, gücün ve iktidarın kötüye kullanılmasıyla ilgilidir. Sınırsız ve denetimsiz güç ve iktidar, insanlık tarihi boyunca her zaman için kötüye kullanılmaya açık olmuştur.

Rousseau :

Rousseau’nun siyaset felsefesiyle ilgili en önemli iki yapıtı, ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ ve ‘Toplum Sözleşmesi’dir. ‘Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev’ de bir uygarlık eleştirisi olarak siyaset felsefesiyle yakından ilgilidir. Tüm diğer yapıtları da şu ya da bu tarzda siyaset felsefesiyle ilgilidir. Locke gibi Rousseau için de, insanlar özgür ve eşit doğarlar, fakat her yerde zincire vurulmuşlardır. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin gerçek zemini doğa değil, mülkiyete dayalı etik ve politik yaşamdır. Mülkiyetle birlikte eşitsiz ilişkiler oluşmuş ve bu eşitsizlik mülk sahiplerince hukuki ve politik güvencelere kavuşturulmuştur. Karmaşıklaşan toplumsal ilişkilerin dinamiği bağlamında uygarlık öncesi bir ‘doğa durumuna dönülemeyeceği için, insan doğası için önemli olan eşitlik ve özgürlüğün hukuki ve politik düzlemde yeniden inşa edilmesi gerekecektir. Rousseau’ya göre, bunun için gerekli olan şey, toplumsal yaşamı yeniden düzenleyecek bir ‘toplum Sözleşmesi’dir.

Bu sözleşmenin tarafları toplumu oluşturan tüm bireyler, yani yurttaşlardır. Toplumu oluşturan her bireyin doğuştan getirdiği ve vazgeçilmez bir nitelik taşıyan temel hakları olan özgürlük, eşitlik ve mutluluk, toplumsal sözleşmenin ve dolayısıyla ortak bir iradenin zeminini oluşturur. Tüm tikel ayrımları aşan bireylerin ortak iradesi, genel bir irade olarak halkın iradesidir. Her birey ya da yurttaş kendi özgür ve eşit iradesiyle toplumun ve devletin vazgeçilmez bir üyesidir. Tüm yurttaşların tüm yurttaşlarca, yani genel halk iradesiyle yönetildiği bu yönetim ve devlet biçimi, hakiki ve mutlak bir demokrasinin anlatımıdır. Bu demokraside halk iradesini sınırlayacak herhangi başka bir irade ve güçten söz edilemez. Aracı kurumlar ve halkın temsilcileri, gerçek bir iradeye ve güce sahip değildirler ve tüm yetkilerini halktan alırlar. Sınıf örgütlerinin, loncaların ya da sivil toplum örgütlerinin bu mutlak ve totaliter demokraside yeri yoktur, çünkü böyle tikel ilgiler ve çıkarlarla bir araya gelmiş oluşumlar, genel halk iradesi için tehdit oluştururlar. Rousseau, Montesquieu’de olduğu gibi devleti oluşturan siyasal erkler arasında da bir ayrıma gitmez. Devleti ve siyasal iktidarı oluşturan halkın genel ve ortak iradesi, halk meclislerinde ve referandumlarda kendisini ifade eder.

SONUÇ Modern siyaset felsefesinin önemli temsilcileri olan Hobbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau, kendilerinden sonraki siyasal tartışmaları derinden etkilemişlerdir. Hobbes, Locke ve Rousseau kendilerine özgü ‘doğa durumu’ ve ‘toplum sözleşmesi’ kurgularıyla, sırasıyla mutlak monarşi, liberal demokrasi ve mutlak demokrasi anlayışlarıyla biçimlenmiş devlet modelleri sunmuşlardır. Montesquieu’nun günümüz tartışmaları açısından belirleyici fikriyse, yasama, yürütme ve yargı erklerinin karşılıklı dengesini savunmasıdır.”

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kaynak: İstanbul üniversitesi Prof. Dr. Enver ORMAN   

Özkan ZEYREK
Bağımsız Denetçi | Felsefe Öğretmeni

Kaynak: www.bdTurkey.com
(Bu makale kaynak göstermeden yayınlanamaz. Kaynak gösterilse dahi, makale aktif link verilerek yayınlanabilir. Kaynak göstermeden ve aktif link vermeden yayınlayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır.)