1963 yılında Ticaret Lisesi bittikten sonra Etibankta (şimdiki Türkiye Elektrik Kurumunda) çalışmaya başladım.

Yüksek tahsil yapmama imkan yok.

Ama o zamanki insanlar mı daha iyi idi, yoksa bizim gibi elemanları özel olarak takip mi ediyorlardı bilemem. Çalıştığım müessese müdürü Cemal Külahlı ve Oğuz Herkmen;

"Cevdet sen git bir imtihana gir" dediler.

Sınıf ve okul arkadaşları ile haberleştik. Bir gurup olarak İstanbul'a imtihana, (sınava) gittik. O gece Sirkeci'de bir otelde kaldık.

"Ne yapalım, ne yapalım?" derken arkadaşlardan biri "hadi bira alalım ve otelde içelim" dedi.

Aramızdan Tayyar'ı vazifelendirdik.

Tayyar, biraları alıp gizlice getirecek. Ama 5 dakika sonra bir gürültü. Tayyar, biraları düşürmüş, neyse ki kırılmamış.

Ama Otel sahibi işin farkına varmış. Eyvah diyoruz ki adam güldü, hadi gidin odanızda için ama sabah imtihana gireceksiniz dikkat edin dedi.

Biz hepimiz renkten renge giriyoruz, nasıl olduğunu tahmin edin.

Neyse, imtihan başarılı geçti, kazanmışız, yine büyüklerimizin yani müdürlerimizin teşviki ile gittik okula yazıldık.

Tabii o zamanlar hiçbir şey bilmiyoruz.

Bize anlatan da yok.

Okulu iyi bitirenlere burslar oluyormuş ama dediğimiz gibi haberimiz yok.

Bursaya dönmek üzere Cağaloğlu'ndan aşağıya yürüyorum.

MTTB önünde bir ilan gördüm.

Kredi diye bir şey çıkmış.

Müracaat ettim ve Türkiye'de yeni kurulan Kredi ve Yurtlar Kurumu'ndan ilk kredi alan ben oldum.

Numaram da (1) dir.

Yine müdürlerim "hadi" dediler "sen şimdi okula devam et."

Şubat ayında İstanbul'a geldim.

O zamanlar kalacak yurt çok yok. Kredi Yurtlar Kurumu yurtları dolmuş. Arkadaşların kaldığı bir yurt var Gedikpaşa'da.

Ahşap, camları falan kırık, buz gibi bir yer.

Ama başka çare yok.

O yurda yerleştim.

Orası ile ilgili çok ama çok anılarım ve hikayeler var.

Evvelallah İstanbulda çok şeyler öğrendim.

Üniversite tahsiline başlayarak sigara içmesini, içki içmesini, tavla oynamasını, kahveye gitmeyi, pişti, 66, poker, bezik vs. vs. ve satranç gibi tüm gençliğin bilmesi gereken şeyleri öğrendik evvelallah.

Bu arada gittiğimiz kahveye bir adam geliyor.

Sessiz sedasız ve herkesi her oyunda yeniyor.

"Cevdet, sen iyi oynuyorsun, şununla bir tavla oynasana" dediler.

Adam beni iki ters bir yüz yaparak iki dakikada kıvırıverdi.

Sonra tanıştırdılar.

Bu adamcağız meşhuuur Sülün Osmanmış.

Bir daha da onunla oyun oynamadım.

Çok hoşsohbet bir insandı.

Okula devam ediyoruz. Okul Sultanahmet'te.

Yanımda da arkadaşım Cevat var.

Cevat iyi bir futbolcu.

Tabii ne onun ne de benim paramız yetmiyor.

Devamlı beraberiz.

Hala da beraberiz.

Hülya Koçyiğit daha yeni çıkıyor. Bir filmine gittik. Çok ama çok beğendik. O akşam, yurtta gazeteye bakarken bir ilan gördüm.

ARTİST ARANIYOR.

Bizden iyi artist mi olur?

İlanı kestim. Sabah Cevat ile okulda buluştuk.

"Agam, Akçakoca be gülme bak karışmam ha dedi" önce ve benim kestiğim ilanın aynını bana gösterdi. Bir güzel kahkaha attık ve Beyoğlu'na doğru artist olmak üzere yayan yola çıktık.

"Akçakoca, sen daha iyi konuşursun düş öne" vs. vs. deyince ben kendimi tabii ki feda ediverdim.

Ahşap bir bina, tahta merdivenler... İkinci veya üçüncü kata çıktık.

Kapıyı çaldık. Birileri açtı.

"Ne var, ne istiyorsunuz" dedi.

İlanı gösterip kendimizden emin bir şekilde "artist olmaya geldik" dedik.

Adam önce kayıt parası 50 lira istedi. Tabii vermedik.

Adam bir daha yüzümüze baktı baktı ve zaten "biz başrol oyuncusu arıyoruz" dedi.

İki genç adama bu denir mi yahu, sanki biz başrolden aşağısını kabul edecektik!

Ne kadar düşüncesiz bir adam ha. Döndük geri, yüz geri.

Yurda bir geldik ki yurdun kapıcısı da müracaat etmiş ve onun müracaatı kabul edilmiş, tabii zavallı 50 lirayı vermiş .

Böylece biz artist olamadık.

NASIL DUBLAJ SANATKARI OLACAKTIK AZ DAHA

Sanat güneşi içimize doğdu ya. Rahat duramıyoruz.

Bu arada Cevat yokluğa dayanamadı ve bir gün Konyaya gitti.

Orada Konyasporun meşhur futbolcusu Cevat oldu.

Okulu taaa 1975'de bitirdi.

Ama para kazandı.

Ben dolaylı da olsa sanatla tanışmış olduğum için boş durmuyorum.

Samsunlu Mustafa Karabasmaz isminde bir arkadaşım var. Sonraki yıllarda şizofreni olan 8-10 arkadaşımdan biridir, o tarihlerde bir çok arkadaş şizofreni oldu Samsuna döndü ve maalesef onu kaybettik.

Mustafa bu arada günde bir simit yiyor fakat bol bol felsefe kitabı okuyor ve felsefi yazılar yazıyor.

Onun yazılarını ve kendisini de yanıma aldım, Dünya gazetesinde Cevdet Perin'e götürdüm. Yazıları çok beğendi.

Cevdet Perin bana da yazı yazmamı söyledi.

"Ben önce okulu bitireceğim" dedim.

Mustafa bir gün bir ilanla geldi.

İpek film, dublaj yapacak elemanlar arıyor diye.

Tabii yine ben önde Mustafa beni takipte.

Taa Leventte İpek film stüdyosunu bulduk.

Yarım gün iş, günlük yevmiye 15 TL.

Ancak, para Cumartesi günü veriliyor.

90 lira haftalık üstelik yarım günde.

Oh ne ala memleket, yaşasın, yaşasın dedik.

Bizi dublaj yapılan bölüme aldılar.

Henüz iş başlamamış. İki tane 19 yaşında genç delikanlı. İçeride hatırladığım kadarıyla Yazar Murat Davman, Ayşagül Devrim, Suna Pekuysal, Necdet Tosun var.

Ama, biz içeri girdik. Kimbilir yüzümüz nasıl. Adamlar ve kadınlar bize baktılar, baktılar. Gülmeye başladılar.

Kadın sanatçılar; "vaay, yavrular gelmiş, bak bak, nasıl da yoğurt gibi kızardılar" falan filan.

Yanımıza sokulup pazılarımızı kontrol ediyorlar, sağımızı solumuzu inceliyorlar.

Biz ne yapacağımızı şaşırdık.

Bu güzel hareket ve tacizlere dayanamıyoruz, bilmediğimiz bir olay.

Yıl 1964. Yani. Neyse, bir hafta dayandık, Cumartesi 90'ar liramızı alır almaz, nasıl kaçtık biliyor musunuz? Bir daha dublajın (d) sini bile duymak istemedik.

Böylece dublaj sanatçılığımız da sona ermiş oldu.

Tiyatro sanatçılığı, çıkıp bir iki oynama gibi diğer sanat faaliyetlerimizden bahsetmeyelim artık.

Daha fazla gülmeyin canım.

60 yıla yakın süre geçmiş.

Belki de yanlış hatırlıyor olabilirim.

Acaba hayal mi idi bunlar?

LifeBursa | Cevdet AKÇAKOCA