24 Ocak 1980’de ithal ikameci sanayileşmeden ihracata dönük bir sanayileşme amacıyla ekonomik gelişme(!) adına birtakım tedbirler alındı. Bu tedbirlerin mimarları dış finans kuruluşlarının da desteğini alan Süleyman Demirel ile Turgut Özal idi.

Bildiğiniz üzere bir şeyi ya da olayın özünü anlamak için o konu hakkında güzelleme/övgü yapana bakmak önemli ölçüde fikir verir. Örneğin 7 Ocak 1991’de Kenan Evren yaptığı bir açıklamada “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” demişti. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanı Halit Narin de “Bugüne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyerek özellikle 12 Eylül hakkındaki düşüncelerini(!) bizimle paylaşmıştı. 

24 Ocak Kararlarına neden gerek duyuldu?

1929 Ekonomik Krizi yarattığı tahribatla herkesçe bilinmektedir. 1929 ekonomik krizini daha önce bu yazıda yazmıştım. İnsanlık hafızasında bu krizden daha büyüğünün yer almadığının yaygın kabul gördüğü ve bu açıdan da birçoğuna göre buhran seviyesine ulaşan krizle beraber piyasanın kendi dinamikleriyle her zaman dengeye geleceğine olan inanç, yerini devletin ekonomiye müdahale etmesi ve hatta ekonomiyi yönetmesi şeklindeki inanca bırakmıştır. Bu tarihe kadar tek doğru olarak kabul edilen müdahale karşıtı anlayış kadar, bu tarihten sonra da devletin ekonomiye müdahalesinin tek doğru olduğu anlayış benimsenmeye başlamıştır.

Dünya tarihi açısından kısaca bu şekilde özetlenebilecek olan konu belki bizim ülkemiz açısından bağımsızlık mücadelesinin hemen akabinde gerçekleşmesi sebebiyle biraz daha farklı perspektiften değerlendirilebilir. Zira savaştan yeni çıkmış bir ülkede yeterli derinliğe ulaşmış bir piyasadan söz etmek olanaksızdır. Bu yönüyle devletin ekonomik hayatın dışında konumlanması, üretim gücünün özel kesim sermaye birikimine emanet edilmesi doğası gereği mümkün değildir. Her ne kadar İzmir İktisat Kongresi ile özel kesim cesaretlendirilmeye çalışılmış ise de reel ekonomi açısından bunun tek başına yeterli olmasının zor olduğu hakkaniyetli bir bakış açısıyla kabul edilmelidir. Haliyle devletin müdahalesinin ve ötesine geçerek ekonomiyi idare etmesinin doğallaştığı ülkemizde bu anlayış önemli ölçüde Demokrat Parti döneminde bir kırılma yaşamış ancak sonrasında küresel konjonktürden çok kopamayarak 1970’lerin sonuna kadar uygulama alanı bulmuştur. 

Ancak bu aşamada küresel olarak işsizlik ve enflasyonun birlikte görüldüğü ve literatürde stagflasyon olarak bilinen ve tam olarak çözümü konusunda iktisatçıların görüş birliğine ulaşamadığı yeni bir sorun ortaya çıkmıştır.

Buna göre hem ekonominin 1929 Ekonomik Buhranı’nın müdahaleci anlayışı doğurması hem  1970’lerde stagflasyon sorununun ortaya çıkması ve hem de ülkemizde uygulanan 70’li yıllardaki ekonomi politikalarının doğurduğu enflasyon, kapasite kullanım oranının düşmesi, yurt içi tasarrufların azalması, ihracatın gerilemesi, kısa vadede ödenmesi gereken borçların itfasında zorlanılması, ithal ikameci politikaların sürdürülmesinde döviz ihtiyacı sorununun giderilememesi, ekonomi yönetiminde hızlı ve etkin karar alma süreçlerinde aksamalar meydana gelmesi Türkiye ekonomisi tarihine 24 Ocak Kararları olarak geçecek bir istikrar programının yürürlüğe konulmasının başlıca sebepleri olarak sayılabilir. 

Ne kararlar alındı, hangi tedbirler uygulamaya sokuldu?

24 Ocak Kararlarıyla yukarıda bahsettiğimiz global iktisadi nedenlerden doğan sorunlarla birlikte yerel sebeplerle açıklanacak sorunların çözümüne yönelik birçok uygulama yürürlüğe girmiştir.

Bu uygulamalardan bazıları şunlardır; 

  • TL, yaklaşık olarak yüzde 50 oranında devalüe edilerek ihracatı canlandırmak amaçlandı,
  • Döviz alım satımı serbest bırakıldı,
  • Dış ticaretin önündeki vize engeli kaldırılmış, dış ticaret serbest bırakıldı,
  • Faiz oranları serbest bırakıldı ve reel faiz hesaplamasına geçildi. Bu önlemle beraber o dönem epeyce ünlü olan Bağbank, Banker Kastelli, Hisarbank gibi bazı bankalar ile bankerler battı.
  • KİT’ler özelleştirilmeye başlandı.
  • Üreticiye kamu desteği olarak ifade edebileceğimiz sübvansiyonlar sınırlandırıldı. Özellikle tarımsal alanda verilen destekler azaltıldı. Hatta gübre, enerji ve ulaştırma dışında kalan alanların tümünde sübvansiyonlar kaldırıldı.
  • Maaş ve ücret artışları sınırlandırıldı ve kamu kesiminin genel ekonomi içindeki hacmi oransal olarak düşürülmeye çalışıldı. Özellikle ücret sınırlaması ile yurt içi tüketim/talebin kısılmasıyla birlikte ihracat artırılması hedeflendi.

Kısa vadeli amaçların ötesine geçerek bazı yapısal değişiklikleri de hedefleyen 24 Ocak Kararları birçok açıdan beklenen sonuçların elde edilmesini sağlamışsa da tümüyle bu amaçların olumlu sonuçlandığını iddia etmek doğru olmaz. 

Maaş ve ücretler neden sınırlandırıldı?

Özellikle maaş ve ücret artışlarının sınırlandırılması ve kamu kesiminin genel ekonomi içindeki ağırlığının oransal olarak düşürülmesi hedefi birçok açıdan tartışmalıdır. Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için öncelikle neden böyle bir önlem planlandığını anlamak gerekir. Ücret artışlarının sınırlandırılmasında amaçlanan şeylerden birisi emek maliyetini düşürerek kar oranlarını artırmak ve artan karla beraber yatırımların artmasını sağlamak, bir diğeri yerli üretimin maliyetini azaltarak ihracat gücümüzü artırmak ve son olarak da iç talebi düşürerek üretilen malların ihracata yönlendirilmesini sağlamak olarak sayılabilir. Ücretlerin düşük tutularak yukarıda sayılan amaçların memleket ekonomisi adına olumlu sonuçlar vermesi ne yazık ki mümkün olmamıştır.

Bir defa, nitelikli iş gücü düşük ücretle çalışmayı reddederek başka ülkelere göç etmenin yollarını aramıştır. Diğer yandan sanayi üretiminde emek faktörünün toplam maliyet içindeki göreli ağırlığı düşüktür ve bu sebeple ücretlerin düşük tutulmasının bu alanda yaratacağı maliyet avantajı zayıf olacaktır.

Bir diğer tartışmalı husus da iç talebin düşürülmesinin içeride yaratacağı diğer sorunlardır. Tüm bunlar iktisadi açıdan sorunlu önlemlerdir. Kaldı ki, meseleye sosyal devlet zaviyesinden bakılması halinde emek faktörünün milli gelir pastasından alacağı payı düşürerek üretimin artırılmasının hedeflenmesi derin bir çelişki olarak ifade edilebilir. Öte yandan, insanlık tarihi boyunca gelir bölüşümü konusunda çoğu zaman emek faktörü ne yazık ki adil bir paylaşımın tarafı olamamıştır. 

Kamunun payı da azaltıldı

Belirtmeliyiz ki, kamu kesiminin genel ekonomi içindeki yerinin daraltılması ve bu bağlamda KİT’lerin özelleştirilmesi, kaynakların özel kesim tarafından daha verimli kullanılacağına dair bir varsayımdan doğmaktadır. Diğer bir sebep de enflasyonun yüksek iç talepten kaynaklandığının düşünülmesidir. Bu vesileyle daraltıcı para ve maliye politikalarının iç talebi kısarak enflasyonu düşüreceği beklenmiştir.

Ancak burada yanılgıya düşülmesine neden olan şey, ülkemizde o dönemde yüksek iç talebin değil daha ziyade arz yetersizliğinin enflasyonun başat sebebi olmasıdır. Kaldı ki ücretlerin sınırlandırılmasıyla elde edilecek kar fazlasının yatırımlara yönlendirilmesinin hedeflenmesi bu gerçeğin tümüyle farkında olunmadığını iddia etmemizi engeller. Bu açıdan söyleyebileceğimiz şey, iki hedefin birbiriyle çelişen iki farklı önlemle gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.  

Özetle

Özetlemek gerekirse, özellikle ücretlerin sınırlandırılması ile işçi ve memur sınıfının sendikalara üye olmalarının yasaklanmasının ekonomik sorunların çözümde bir yöntem olarak düşünülmesi üzücüdür. Kamu kesiminin genel ekonomi içindeki ağırlığının daraltılması ve kamu harcamalarının artırılmaması da yanlış makro gözlemlere ve bazı ön kabullere dayalı uygulamalardır. Bu yönüyle 24 Ocak Kararları ekonomide bir hareketliliğin yaşanmasını beraberinde getirse de yapısal olarak kalıcı ve makro sorunları çözücü sonuçlar üretmekten ne yazık ki uzak kalmıştır[1].

[1] Bu yazıyı sevgili dostum ekonomist ve maliyeci Mehmet Gürer ile birlikte kaleme aldık.

T24 | Murat BATI